Tekkelerdeki ruhu atmosferi oluşturan vahdet-i vücut anlayışıyla bestelenen İslâm’ın ibadet yönü yanında muhabbet tarafını öne çıkaran tasavvuf musikisinden ve estetik zevki tartışılmayan, aynı huşu ve heyecanla terennüm edilebilen eserlerle bilgilerimizi perçinleyen “Tasavvufta ve Halvetîlikte Musiki ve Musikişinaslar” panelimiz Anadolu Üniversitesi Tarih Bölümünden mezun Ümit Kanar ve Boğaziçi Özel Temel Lisesi öğrencisi Doğukan Çapkın’ın katkılarıyla gerçekleşti.

Sunumuna musiki kelimesinin etimolojik ve kavramsal açıdan değerlendirmesiyle başlayan Kanar, dünyadaki bütün musikilerin kaynağının dini musiki olduğunu, ilk çağlardan başlayarak bu sanatı bütün medeniyetlerin adını bile koyamadıkları fakat doğanın dengesini sağlayan kutsal bir varlığa, Allah’a icra ettiklerini belirtti.

Kanar, musikinin İslâm dini ile birbirine zıt düşmeyeceğini, temel maddesi olan ses ve ölçünün Allah tarafından yaratılmış, insan ruhuna yerleştirilmiş olduğunu ve bunu söküp atmanın mümkün olmayacağını ifade etti. Musikinin menşei olarak sufilerin en çok rağbet gösterdikleri Elest Bezmi Nazariyesinden söz etti:

“İslâm inancına göre insan yeryüzüne gönderilmeden önce ruhlar âlemi denilen Elest Bezmi’nde Allah’ın ilahî hitabına muhatab olmuştur. Öyle ki, bütün esmânın müsemması olan Allah Teâlâ, Elest Bezmi’nde ruhlara ‘Elestü bi Rabbikum’ yani ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye sormuş, ruhlar da ‘Belâ’, yani ‘Evet’ diye cevap vermişlerdir. (7/A’râf: 172)

Sufilere göre sessiz, sözsüz ve yönsüz olarak dinlenmiş olan bu rabbânî hitab, işitenleri zevke boğmuş ve mest etmiştir. Zira bu ilahî hitab, insan aklı ve idraki ile anlaşılamayacak ve hiçbir şekilde anlatılamayacak ancak sezgi yolu ile hissedilebilecek bir İlahî Musikidir.
Hz. Âdem’in yaratılması ve Âdemoğlu’nun dünyaya gelmesinden sonra; insan, denizlerin rüzgârların sesinden, en gelişmiş bir musiki aletinin melodilerine kadar işittiği her güzel ve bediî seste, Elest Bezmi’ndeki o İlahî Musikiyi hatırlamakta ve işte tam da bu hatırlayıştan dolayı musikiden zevk almaktadır. Hakikatte musikiden zevk almanın sırrı da onlara göre bu ezeldeki ilk vuslatta aranmalıdır.

Özellikle Yunus Emre’nin, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin, Niyâzî-i Mısrî’nin ve nice büyük sufilerin dizeleri edebiyatçı ve ilahiyatçılar tarafından, nesnel olarak tahrif edilmeden özenle tahlil edilmelidir.”

diyerek bu yöntem ile özellikle tasavvufun İslâm âlemindeki altın çağları olarak görülen 10 ve 17. yüzyıllar arasındaki dönemin daha net anlaşılabileceğini vurguladı.

Sözü devralan Doğukan Çapkın, ilahi, mersiye ve kaside gibi isimler ile dini yaşamımızda yer alan musikinin, tasavvufi yaşamda kendisine daha çok yer bulduğunu, her dergâhta ve tekkede olduğu gibi Halveti tekke ve dergâhlarında da musiki olarak adlandırdığımız zikir ve aşkı hararetlendiren ilahilerin mevcut olduğunu dile getirdi.

Tekkelerde icra edilen zikirlerde okunan eserlerin bir anlamda musiki meclisini oluşturduğunu, bu mecliste ağırlıklı olarak “kudüm, bendir” gibi vurmalı sazlar ve ney kullanılırken, hüzün ayı olan muharremde sazın kullanılmadığına dikkat çekti.

“Halvetîlerde musiki yalnızca zikirle sınırlı değildir. Aşk için yapılan zikirlerle birlikte kerbela yani hüzün için söylenen ilahilerde bulunmaktadır.

Muharrem ayı da tekke musikisi açısından oldukça önemlidir. Bu ay Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilmesinin yıldönümü olduğu için ilk on günde bütün tekkelerde ‘muharremiyye’ler okunur. Muharremiyyeler, Ehl-i beyt sevgisine önem veren Sünni tarikatların bu ayda düzenledikleri meclislerde besteli veya bestesiz olarak okunan mersiyelerdir.”

sözleriyle Halvetîlikte musikinin hem duyguları ifade etmek hem de duyguları harekete geçirmek gibi çift yönlü bir fonksiyon ihtiva ettiğini, zikirde, devranda, aşurede, cenazede ve daha pek çok merâsimde karşımıza çıktığını izhar etti.

Ardından Çapkın, Halveti musikişinaslar dendiğinde ilk akla gelen Derviş Sadayi, Yakûbzade Mehmed Efendi ve İmamzâde Mehmed Hafız Post’un hayatları ve eserlerinden bahsetti.

Divanlarını şerh eden hocaların bu güzelliklerin geçmişte kaldığını düşünerek beyan vermelerinin üzücü olduğunu, aşk ürünü kabul edilen bu eserleri oluşturan Hakk âşıklarının ve ledün ilmi ile yazdıkları divan ve ilahilerin günümüzde de mevcut olduğunu vurguladı.
Çapkın, güftesi Sühendan Erdin Hanımefendi’ye ait olan “Aşk Oduna Yansın Gönül” ilahisi seslendirmesiyle sunumunu nihayete erdi.

Hem gönüle hem kulağa hitap eden bir panelle dinleyicileri hayran bırakan Ümit Kanar ve Doğukan Çapkın’a can-ı gönülden teşekkür eder, başarılarının devamını dileriz.

Aşk ile…

GTDGD
Dil-i Halvet