“20. yüzyıl Ünlü Türk Fizikçileri ve Türk Düşünürleri” panelimiz Gazi Üniversitesi Tarih Bölümü mezunu Ali Tuna ve Selçuk İsabey Ortaokulu öğrencisi Deniz Karataş’ın katkılarıyla gerçekleşti.
Karataş, konuşmasına tasavvufun tanımını yaparak başladı:
“Tasavvuf, sevdanın ilmidir. Sana ulaşmak için sunulmuş bir güzelliktir. Tasavvuf, özüne inebilmektir. Bu yola girmek kolaydır, mühim olan bu yolda ilerleyebilmektir. İlerleyebilirim dersin ancak hiç kolay değildir. Çünkü önce içindeki Sen’i çıkartman gerekir.”
Kuantumu açıklayan Karataş, tasavvuftaki vahdet-i vücud kavramıyla benzerliğine dikkat çekti:
“Kuantum fiziğine göre tüm evrenin tek bir bütün oluşu tasavvuftaki ‘vahdet-i vücut’ kavramına karşılık gelir. Tasavvuf felsefesi evrenin tek bir varlık olduğunu savunur. Bu tek varlık Tanrı’dır. Tanrı Vücud-u Mutlak’tır, ezeli ve ebedidir. Tüm zamanlardan ve tüm mekânlardan, tüm yaratılmışlardan önce o hep vardır ve var olacaktır. Yaratanla yaratılanın kaynağı ‘tek’ ve ‘bir’dir.”
Bir ruha sahip oldukları için kütlelerin daima birbirlerini çektiğini, yani tekliğe, tevhide yöneldiklerini söyleyen Karataş, Mevlânâ Hazretleri’nin sözünü paylaşarak fizikteki karşılığına değindi:
“’İki âlem vardır. İlki varlık (madde) âlemi, ikincisi mana âlemi. Varlık âlemi gündüz gibidir, olanı biteni açıkça görürsün, kendini kolayca ele verir. Mana âlemi ise gece gibidir, onu bulmak için mutlaka gönül ışığını yakman gerekir…’
Mevlânâ’nın dizelerindeki varlık âlemi holografik teorideki açık (görünür) düzene, mana âlemi ise saklı düzene tekabül eder.”
Geniş çaplı izafiyet teorisinden bahseden Karataş, ışık örneği üzerinden bu teorideki çelişkili yanları ele aldı:
“Tasavvufa göre, ışığın düştüğü yerin ışığın etkisini kabul edecek kabiliyette olması gerekir. Eğer ışığın düştüğü yer ışığın etkisini kabul edecek bir kabiliyette değilse, orada ışığın etkisi söz konusu olmaz. Bizim güneş ışığını görmemiz, gözlerimizin güneş ışığını kabul etme kabiliyetinde olmasının bir sonucudur, diğer bir deyimle gözümüzün nurunun gelen nur ile birleşmesi görülme olayını sağlar. Bu bütün cisimler için böyledir. Tasavvufta şu belirtilmiştir ki, bir cismin aydınlanabilmesi için, ışığın düştüğü yerin ışığı kabul edebilir yapıda ve kabiliyette olması gerekir. Aksi halde aydınlanma olmaz. Evrendeki kara maddelerin görülmeme nedeni, üzerlerine düşen ışığı (elektromagnetik dalgaları) kabul edecek kabiliyette olmamalarıdır. Bütün bunlardan şu sonucu çıkarabiliriz herhalde: Elektromagnetik dalgaların evrendeki olaylarda dominant bir rolü yoktur. Her cisim gayb âlemindeki ayan-ı sabitesinin (hakikatinin) kabiliyetine göre, herhangi bir etkileşime karşılık gösterme durumundadır. Eğer cismin hakikatinde ışığı kabul etme kabiliyeti yoksa o cisim evrende ışığı kabul etmez ve o cisim görülmez. Bu bakımdan, izafiyet teorisinin evrendeki varlıkların gayb âlemindeki hakikatlerinin durumunu hesaba katmadan ortaya atacağı her tasavvur ve öngörü bir yerde eksik, çelişkili olacaktır.”
Karataş’ın ardından sözü devr alan Tuna, ilk Türk sosyoloğu olan Ziya Gökalp’in hayatını dinleyicilere aktardıktan sonra Türk sosyolojisinde millici ve uyuşmacı modelin ilk temsilcisi olduğunu, sosyolojinin onun vasıtası ve gayretleri ile Türkiye’ye girdiğini ifade etti.
“Gökalp hemen hemen bütün sistemini milli şuurun yaratılmasına adamış, bunun için de ‘mefkûre’ (ideal-ülkü) dediği kavramı geliştirmiştir. Ona göre mefkûre fertleri toplum şuuru etrafında birleştiren güçtür. Onun ifadeleriyle mefkûre hissi kesafet kazanan ma’şeri fikirlerdir. Fert yoğun bir içtimai şuur içinde yaşayarak beşer seviyesinden insan seviyesine yükselir. Ferdin beşer yapısı, insanın karışık maddi yapısından, yani hayvani ve şehevi varlığından ibarettir. Fert bu maddi amiller zincirinden koparak, kucağında yaşadığı cemiyetin üyeleriyle mefkûrelere uygun düşünmeyi ve hareket etmeyi öğrenince şahsiyet olur. Bu nedenle Gökalp terminolojisinde şahsiyet, cemiyetin şuurunda mevcut ve ferdin şuuruna akseden düşünce ve hislerin, kısaca ülkülerin bütünüdür.”
İmzasız olarak Milli Eğitim Bakanlığı’nın seçici kuruluna sunulan ve kabul edilen, bağımsızlığımızın sembolü olan İstiklal Marşı’nın yazarı Mehmet Akif Ersoy’un hayatını anlatan Tuna, Ersoy’un düşünce yapısını paylaştı:
“Mehmet Akif Ersoy, Osmanlıcılar, İslamcılar, Milliyetçiler, Türkçüler, Batıcılar gibi çeşitli ekollerin ülkenin kurtuluşu için sundukları tekliflere, adeta birinci elden, olayların tarihi akışı içinde sıcağı sıcağına şahit olmuştur. Ülkenin haliyle sunulan çözüm yollarını mukayese etme, bunları yorumlama diyebileceğimiz akli süreçlerinden olduğu kadar, en az bunlar kadar önemli olmak kaydıyla bu gelişmelerden ruhen etkilemiştir.
Mehmet Akif’in toplum görüşünde ya da olması gereken ideal toplum yapısının temelinde doğru uygulanmış bir din yöntemi vardır.
Mehmet Akif toplumu bir arada tutacak en kusursuz dinin İslam olduğunu düşünmüş ancak anlaşılamamış ve doğru uygulanmayan bir İslam anlayışının toplumda ayrışmalara yol açtığını vurgulamıştır.”
Milli ve manevi değerlerimize sahip çıkmamız gerektiğini, mevcudiyetimizin bu değerlere sahip çıkmakla doğru orantılı olduğunu vurgulayan Ali Tuna ve Deniz Karataş’a can-ı gönülden teşekkür eder, başarılarının devamını dileriz.
Aşk ile…
GTDGD
Dil-i Halvet